22 Eylül 2011 Perşembe

Saniyelere, Dakikalara, Saatlere ve Takvimdeki Bütün Yapraklara Adanmış Kısa Bir Öykü


"Zaman bir yanılsamadır"
Albert Einstein

"Zaman bir yanılsamadır, Öğle yemeği zamanı onun iki katı kadar yanılsamadır"
Douglas Adams

"Bence de zaman bir yanılsamadır"
Otomatik Patlıcan

------

Yavaş yavaş tırmandım saate doğru. Önce akrepten tuttum, gece yarısı olur olmaz usulca yelkovana zıpladım. Sonra saniye kadranına. En son hatırladığımda saat gece yarısını 5 dakika 5 saniye geçiyordu. Uyandığımda takvim yapraklarındaydım. Yolumu kolayca bulurum zannettim, çıkarım tekrar saate hemence. Fakat kaybolduğumu anlamam uzun sürmedi. Bir ileriye bir geriye doğru koşturmaya başladım. Baktım böyle olmayacak çıkışı geride aradım önce.Yüreğimin yandığı o kavurucu yılları geçtim yüreğimi tekrar yakarak. Yüreğim o kadar yandı ki , o ateş gözümü o kadar aldı ki , beynim o kadar meşgul oldu ki o acıya bir kez daha, gittikçe uzaklaştığımı geçtiğim milyonlarca saniyenin birinde bile anlamadım. Ta ki takvim yapraklarından soğuk bir bahar gecesine gelene kadar. Babaannemin hikayelerinden hatırladım o günü. Baharın başında evlerin çarpık çatılarında sular da benim gibi zamanı durdurmuş buz olmuş sarkıyorlardı, yerler karla kaplıydı. Gözümü kaldırıp daha gerisine bakmak istedim fakat oralarda hiç bir şeycikler yoktu. Gelebileceğim ilk takvim yaprağına kadar gelmiştim. Durdum biraz orada, soluklandım. Küçük bir hesaba koyuldum kendi kendime kaç sayfa daha geçecektim geldiğim yere geri dönmek için. Yorgunluktan küsuratları hesaplayamadım ama yaklaşık 9500 takvim yaprağı ileride olmam lazımdı. Koskoca 9500 yaprak. Her sayfasında yeni doğan bebeklere yeni isimlerin tavsiye edildiği, her sayfasında kim bilir kaç milyonlarcasının doğduğu ve kaç milyonlarcasının büyüyüp öldüğü koskoca 9500 yaprak. Ağlamaklı oldum ben nasıl buraya geldim, o kadar yolu nasıl geri giderim diye. Derken hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ağladıkça hatırladım bana anlattıkları hikayelerden, o gece de böyle ağlamıştım. Tekerrür zamanın acı bir şakası diyerek ve gücümü toplamaya çalışarak tekrar çıktım yola. Her yaprakta eski bir kokuyu, eski bir tınıyı hatırladım. Hızlandıkça hatırladım, hatırladıkça hızlandım, hızlandıkça hayıflandım, bari bu sefer yavaş diye. Ama dinlemedi ayaklarım, daha gideceğin binlerce yaprak var dediler. Acele et ! Daha önce ettim dedim, bari bu defa tadını çıkarayım. Olmaz dediler yetişmen lazım. Neye diye sordum, sinirlenerek. Binlerce yaprak ötende duran, seni bekleyen ve akıp giden şeye. Çok uzaklaştın dediler, zaman kaybetmemeliyiz. Kaybolduğum zamana mı nazire yaptılar anlamadım ama devam ettim aynı hızla. Geçtiğim yaprakları hayal meyal de olsa tekrar hatırlayarak koştum, koştum, koştum. Yoruldukça daha yorulacağın çok yaprak var dediler ayaklarım, beni susturdular. Annemin okul önlüğümü giydirdiği o günü hızlıca geçtik, babamın elimden tutup ilk bisikletimi aldığı o gün biraz durmak istesem de yapamadım. Ateşler içinde bir hafta yattığım takvim yapraklarını geçerken sırtım ter içindeydi. İlk aşk, ilk kavga, okunan ilk harf, ilk hece, ilk cümle, ilk paragraf, ilk öykü, ilk roman, ilk şiir...Çarpım tablosunu ezbere okuduğum o günü geçerken şükrettim. Yoksa hesaplayamazdım yolumu bulmak için daha kaç bin takvim yaprağı daha geçmem gerektiğini. Bozkırdan geçtim, sıra dağları aştım, denizleri gördüm, tekrar bozkırdaydım. Durmamacasına koştum. Yuvadan koptuğum o günlerde de durdurmadılar beni. Bazı yapraklarda yanıma birisi daha takıldı, yüzünü hayal meyal hatırladığım. En düz yaprakları onunla koştuk, tekrar dağların tepesine geldiğimizde birden bıraktı elimi, tökezledim, tepetaklak düştüm, yuvarlandım. O aralar geçen takvim yapraklarının hiç birini göremedim. Yuvarlandım, yuvarlandım, yuvarlandım. En sonunda birisi durdurdu beni, elleriyle sıkıca sararak. Nereye gidiyorsun dedi, bundan sonrası yok. Benim acilen takvimin dokuzbinbeşyüz küsürüncü sayfasına ulaşmam lazım. Orada akıp giden ve benim dahil olmam gereken bir şeyler var. Bir anda kahkaha patlattı adam. Bak dedi sana kaçıncı yaprakta olduğunu söyleyemem, yoksa oyunun kuralını bozarım. Ama şunu bil ki biraz fazla gelmişsin. İstersen gel seni alayım sonsuz takvim yapraklarının olduğu, hatta takvim yapraklarının hiç bir hükmünün olmadığı bir dünyaya götüreyim ya da yolunu tarif edeyim geri dön gideceğin yere. O yeni dünyayı ne kadar merak etsem de cesaret edemedim. Tarif et, ne olur tarif et dedim, yalvardım adama. Sakin ol dedi, her şeye hakim, dudaklarından bilgeliğin aktığı bir gülümsemeyle. Buradan hiç yolundan sapmadan saçlarının bir telinde dahi siyah kalmadığını farkettiğin o günü bul. Orayı bulur bulmaz işin kolaylaşacak. Yolunu kaybetmeden, önce her bir siyah saç telini kaybettiğin yapraklar boyunca geç. Hiç durmadan yürü sonra, saçında yedi veya sekizinci beyazını saydığın güne kadar git. Tahminimce aradığın yer oralarda bir yerlerde.
Adamın dediğine uydum başka bir çıkar yol olmadığı için. Fazla zaman kaybetmedim, sağıma soluma fazla bakmadım. Kaç takvim yaprağı geçtim saymadım bile. Epey sonra soluklanmak için bir takvim yaprağında uzanmıştım ki bir şey beni yukarıya doğru çekmeye başladı. Akrebin sivri ucuna takılmıştım, oradan yelkovana ve saniye kadranına. Saat yediye çeyrek vardı ki, dünyanın sonunu haber veren İsrafil'in suru misali bir gürültü koptu ...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder